İçeriğe geç

Eşitlik için…

Toprak, fabrikalar, makinalar ve fikri mülkiyet kapsamında değerlendirilen bilgisayar yazılımları, ilaç ve aşı dahil patentler, tüm endüstri ürünlerinin formülleri; yani üretim araçları tüm toplumun ortak malı olmalıdır.

Herkes eşittir. Eşit haklara ve eşit koşullarda yaşama olanağına sahip olmalıdır.

Eşit haklara sahip olan insanlar arasında etnik köken, milliyet, uyruk, cinsiyet, cinsel yönelim, inanç veya inançsızlık, yaş, bilgi ve beceri gibi farklar da vardır. Ancak bu farklar ayrımların ve eşitsizliklerin gerekçesi olamazlar.

Yaşadığımız toplum iki temel toplumsal sınıftan oluşuyor: İşçiler ve patronlar. Üretenler ve yönetenler. Hayatta kalmak için çalışmak zorunda olanlar ve hiç çalışmayanlar. Emeğiyle geçinenler ve sömürenler. Malı mülkü olmayanlar ve mülk sahipleri. Ve bu toplumda emeğini satarak hayatta kalmak zorunda olanlar işsizlikle ve yoksullukla boğuşup hayatta kalmaya çalışırken mülk sahibi patronlar cüzdanlarını daha da şişirmek için sömürüyü artırmanın yollarını arıyorlar. Toplumun çoğunluğu eşitliğe hava ve su kadar muhtaçken küçük bir azınlık eşitsizlikten beslenerek varlığını sürdürüyor. Ekonomik anlamda eşitsizliği sürekli kılan üretim ilişkileri, aynı zamanda toplumun diğer alanlardaki eşitsizliklerini de her gün yeniden ve yeniden üretiyor.

Devrim Hareketi, bu eşitsizliğe derhal son verilmesi gerektiğini savunuyor.

Toprak, fabrikalar, makinalar ve fikri mülkiyet kapsamında değerlendirilen bilgisayar yazılımları, ilaç ve aşı dahil patentler, tüm endüstri ürünlerinin formülleri; yani üretim araçları tüm toplumun ortak malı olmalıdır. Kapitalist mülkiyete son vermenin yolu olan bu toplumsal mülk edinme biçimine ise sosyalist mülkiyet diyoruz.

Sosyalist mülkiyeti temel alan bir düzen, yani sosyalizm, Türkiye için eşitsizliklere son vermenin ve kaynaklarımızı toplum yararına etkili bir biçimde kullanabilmenin tek çıkar yoludur.

Evet, beş parmak gibi hiçbirimiz aynı değiliz. Ancak bedenimiz parmaklardan çok çalışanını besinsiz bırakmıyor, ya da hiç iş yapmayan parmağa sınırsız kaynak ayırmıyor. İçinde yaşadığımız düzen ise tam da bunu yapıyor.

Bunu önemsemiyoruz. Doktor ya da çöpçü olmamız fark etmez, fazla mesaide saatlerce ve insanlık dışı koşullarda çalışmak zorunda kalacak mıyız? Maden işçisi ya da mühendis, her sabah evden çıkarken belki de ölüme gidiyoruz diye düşünecek miyiz? Garson ya da ofis çalışanı, sigortasız ve güvencesiz işlere mecbur mu kalacağız? Çocuklarımızın geleceği için endişe duyacak mıyız? İşten atılma korkusuyla patronun ağız kokusuna katlanacak mıyız?

Bugünkü kapitalist düzen yalnızca biz emekçiler arasında eşitsizlikler yaratmakla kalmıyor, hepimizi aynı sömürü çarkının ağır yüküne maruz bırakıyor. Kimimiz daha az, kimimiz daha fazla sömürülsek de hepimiz bu işleyişten zarar görüyoruz. Dolayısıyla biz eşitlik derken biçimsel önlemlerden ya da sömürüde eşitlikten değil; gerçek bir eşitlikten bahsediyoruz. Tüm yurttaşlarımızın kendini geliştirme ve gerçekleştirme; hangi işte çalışırsa çalışsın karar alma süreçlerine dahil olma ve iş dışında barınma, beslenme, sağlık, ulaşım, iletişim gibi yaşamsal tüm olanaklara sahip olmasını sağlamayı ifade ediyoruz.

Bir ülkede adli bir sistemin tam olarak işleyebilmesi için bile insanların eşit olduklarının varsayılması gerekir. Dolayısıyla adaletin tartışılabilmesi için bile ülkedeki tüm insanların aynı haklara ve sorumluluklara sahip olduklarını varsaymaya ihtiyaç var. Bir başka değişle adalet için eşitliğe ihtiyaç var. Bu ilişki adaleti gerçek kılmak istediğimizde kendisini daha da güçlü bir biçimde gösterir. Eşitliğin olmadığı bir toplumda aynı kanunlar mülk ve güç sahipleri ile mülkiyeti olmayan, yalnız kalanlara farklı işlerler. Adaletin gerçekleşebilmesi için toplumsal eşitlik olmazsa olmaz koşuldur.

Eşitsizlik sağlık alanında da başımıza bela açıyor. Sosyalist bir düzende, yalnızca yaşamsal olan sektörler hariç yalnızca birkaç haftalık bir tam kapanma ile kolayca kontrol altına alınabilecek bir salgın bizi hem sağlığımızdan ediyor hem de ekonomik olarak dibe batırıyor. Kapitalizmin yalnızca kârlılığa dayanan doğası en kolay önlemleri almamızı bile imkânsız hale getirirken, bireycilik ve fikri mülkiyete dayanan sağlık düzeni hastalığa karşı aşı ve tedavi çalışmalarının ayrı ayrı ve birbirinden habersiz biçimde yürütülmesine neden olarak olumlu sonuçları geciktiriyor. Aşının bulunmasının ardından ise onun en etkili ve hasarı en aza indirecek biçimde değil; zenginlere öncelik verilerek kullanılmaya başlanacağı ise şimdiden açık bir biçimde görünüyor.

Sermayenin tek kriteri kârlılıktır. Para sahipleri paralarını yalnızca daha fazla paraya dönüştüreceğini düşündükleri alana yatırırlar. Bu kural Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkeler için kısa ve orta vadede herhangi bir getirisi olmayacak olan alanlara, yani kalkınmaya yatırım yapılmayacağı anlamına gelir. Yani toplumsal kaynakların kullanım hakkını gasp etmiş patron sınıfı, bu kaynakları ülkenin ilerleyebilmesi için kullanmaktan sakınır. Bizim ürettiğimiz kaynaklar kârlılık adına çılgın projelerle, borsa adındaki kumar organizasyonlarıyla çarçur edilir.

Sosyalist mülkiyete dayalı eşitlikçi bir ekonomide ise kaynaklar tam tersine akılcı bir biçimde harcanır, güncel olarak refahı artıran harcamaların yanı sıra ülkenin geleceği için olan yatırımlara ve araştırmalara da fon ayrılır. Bu süreç, toplumun kolektif katılımı ile gerçekleşeceği ve sonuçta üretilecek olanlar tüm toplumun ortak malı olacağı için çok daha verimli bir biçimde işleyebilir.