Ekim ayında Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla kamuoyuna duyurulan ve bir süredir devam eden süreçte önemli bir haftayı geride bıraktık. PKK ve devlet yetkilileri tarafından ortaklaşa organize edildiği anlaşılan bir törende, 30 kişinin bıraktığı silahlar ateşe verildi. Törenden bir gün önce ise Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği video mesajı kamuoyuna servis edilmişti. İktidar kanadınca “tarihi açıklamalar olacak” denilerek köpürtülen ve törenin ertesi günü Erdoğan tarafından yapılan açıklama ise oldukça temkinliydi. Ancak bu temkinliliğe karşın, Erdoğan’ın kullandığı kimi ifadeler bizi nelerin beklediği konusunda önemli ipuçları taşıyor.
Kamuoyunda “Türk-Kürt barışı” olarak tartışılan süreç kapsamında yer alan bir konuşmada Kürt vurgusunun yer alması elbette sürpriz değil. Ancak, neredeyse eşdeğer bir biçimde yapılan Arap vurgusu, iktidarın niyetini açıkça ortaya koyuyor. ABD Türkiye Büyükelçisi ve Trump’ın Ortadoğu temsilcisi olan Thomas Barrack’ın yakın zamanda Osmanlı millet sistemine olan övgüsüyle birlikte düşünüldüğünde; bunun yurttaşlık kavramına yeni bir saldırı olduğu, ulusun yerine ne olduğu belirsiz kavramların yerleştirilerek yurttaşlık haklarından büsbütün kurtulunmak istendiği açık.
Arap vurgusu, ayrıca konunun iç siyaseti merkeze alarak anlaşılamayacağını bir kez daha hatırlatıyor. Erdoğan’ın konuşmasında bambaşka bir şeyi anlatırken “sınırların silikleşmesi” ifadesini olumlu bir biçimde kullanması da aslında kamuoyunu bu gerçeğe ısındırma anlamı taşıyor.
Başından beri söylediğimiz gibi, yaşanan sürecin Kürt sorununun çözümüyle ilgisi olmadığı gibi silahların susmasıyla da bağı yoktur. Suriye’nin emperyalizm lehine bölüştürülmesi, Ortadoğu’da ABD ve İsrail çıkarlarına hizmet eden bir siyasal iklimin yaratılması ve en nihayetinde İran’ın ortadan kaldırılması temel hedeftir. Tıkanmış görünen süreç, İsrail’in İran’a yönelik saldırıları ve İran’ın beklendiğinden daha dişli çıkmasının sonucunda yeniden hızlanmıştır. ABD temsilcisi Barrack’ın, ülkesinin daha önceki tutumunun aksine, Suriye’de AKP ve HTŞ ile daha uyumlu mesajlar vermesi ve PYD’ye yönelik sert çıkışları rastlantı değildir.
Süreç, barış ifadesinin arkasına sığınılarak normalleştirilemez. “Amerikan barışı”, her zaman ama her zaman daha fazla savaş demektir.
Erdoğan’ın mecliste kurulacak komisyondan bahsederken kullandığı AKP-MHP-DEM ittifakı ifadesi de dil sürçmesi olarak okunamaz. DEM Parti’nin İmralı Heyeti Üyesi Pervin Buldan’ın ifadeye ilişkin ittifakın yalnızca süreçle sınırlı olduğu açıklaması bir yerden sonra önemsizleşecektir. Siyaset; seçim, savaş, çözüm gibi başlıklara ayrıştırılarak farklı konumlanışlara bölünemez. İktidar ile ya işbirliği yapılır ya da ona karşı durulur. Ara pozisyonlar arızidir, geçicidir. Emperyalist amaçlar temelinde bölgemizin yeniden şekillendirilmesini temel alan bir sürecin kendisi tüm seçim ittifaklarının da ötesinde politik bir ittifak anlamı taşır.
Dahası, Öcalan’ın devlet tarafından doğrudan muhatap alınarak süreci yönetir konuma getirilmesi, ittifak konusunda da son sözü kimin söyleyeceğini belirlemiştir. Öcalan’ın son açıklamasında yer alan ve “amacımıza ulaştık” anlamına gelen sözlerin, Erdoğan’ın uzun yıllardır ifade ettiği “Kürt sorununu çözdük” iddiası ile büyük bir paralellik taşıdığı açıktır. Kürt sorununu merkeze alarak ulusal bir çizgide siyaset yapanlar, işin sonunda böyle bir sorunun aslında var olmadığı noktasına varmışlardır. UIusal sorunların çözümünün, bu sorunları merkeze alarak sağlanamayacağı bir kez daha kanıtlanmıştır.
Kürt sorununun çözümü, ancak ve ancak devrimci bir mücadelenin sonucunda elde edilebilir. Türkler ve Kürtler arasında eşitlik için eşitlikçi bir toplumun inşası şarttır. Çözüm; emperyalizme, dinci gericiliğe ve sömürüye karşı Türk ve Kürt emekçilerinin sosyalizm için birlikte mücadelesi ile sağlanabilir.
Bugün karşımızda bir barış süreci değil; aksine, emperyalist savaşa hazırlık süreci vardır. “Yeni Osmanlı İttifakı”, böyle bir süreç temelinde gündeme gelmektedir. İç siyaset buna göre şekillendirilmekte, “iç cephenin güçlendirilmesi” ise bu hedefe hizmet edecek kararlılığın sağlanmasını ifade etmektedir.
Hiç durmadan yoksulluk üreten, toplumu çürüten bu düzenin ve onu yürüten karşı-devrim iktidarının krizleri ise hafife alınmamalıdır. Bu krizler süreci sekteye uğratabileceği gibi, sürecin parçası olan tüm unsurların birbirlerine girmesi ihtimalini de barındırmaktadır.
Türkiye’nin bu cendereden kurtuluşu için tek çare, emekçi halkı aktif bir biçimde mücadelenin parçası kılacak devrimci bir çıkışı örgütlemekten geçmektedir.