AKP yargısı bu sefer de diploma peşinde
CHP’nin bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimi için 23 Mart’ta gerçekleştireceği ön seçimde tek aday olan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu uzunca bir süredir iktidarın yargı operasyonlarının hedefinde. Hakkında kesinleşmesi durumunda siyaset yasağı getirecek olan yargı kararlarının yanı sıra üniversite diploması da AKP yargısının gündeminde. İktidarın baskısı sonucunda İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Dekanı istifa ederken yandaş gazeteciler de İmamoğlu’nun diplomasının bu hafta başında iptal edileceği “bilgisini” sızdırdılar.
Mezunu olduğu İstanbul Üniversitesi’ne Kıbrıs’ta yer alan bir özel üniversiteden yatay geçişle kayıt yaptıran İmamoğlu’nun bu işleminin üniversitenin YÖK tarafından tanınmıyor olmasından kaynaklı olarak usulsüz olduğu iddia ediliyor. Elbette 35 yıl önce gerçekleşen bir işlem gerekçe gösterilerek üniversite eğitimi aldığını belirten diplomanın iptalinin tartışılması bile başlı başına bir skandal. Bunun hukuki bir karara dönüşebilmesi ise ancak ve ancak AKP’nin siyasi saldırıları ile açıklanabilir.
Muhalefetin temsilcilerine yönelik hukuki saldırıların bu kadar kolay gerçekleşebilmesi ise yalnızca AKP’nin sahip olduğu devlet gücü ile açıklanamaz. İktidarın saldırılarının neredeyse hiçbir sürtünme ile karşılaşmadan gerçekleşebilmesinin asıl sebebi muhalefetin stratejisi ile ilgili. Düzen muhalefeti, çok uzun bir süredir yalnızca kişileri kahramanlaştırmak üzerine kurulu bir yöntem izliyor. AKP’nin izlediği politikalarla temelde ayrışan hiçbir önermeye sahip olmayan düzen muhalefeti, temel ayrımı kişilerin iyiliği-kötülüğü üzerinden kuruyor.
Başta belediye başkanları olmak üzere bazı figürleri tabiri caizse parlatmayı tercih ediyor. Bu sayede hem düzeni tehdit edecek politik önermelere yönelinmemiş oluyor hem de halk edilgen bir biçimde siyasal alanın izleyicisi konumunda kalabiliyor.
Halkın dışarıda bırakılması ise tam da mevcut savunmasızlığın asıl nedeni olarak ortaya çıkıyor. Aktif bir biçimde siyasete katılan kitleleri temsil etmeyen, herhangi bir halk çıkarını gerçekten savunmayan figürler kolayca hedef olabiliyor. Bu figürlere dokunmak iktidar açısından hiçbir olumsuz bedel yaratmıyor.
Dahası, bu figürler kendileri için çizilen imajı da taşıyamıyorlar. Yargı aygıtı ile gerçekleştirilen hukuksuzluk bir yana, İmamoğlu’nun yatay geçişinin ahlaki olarak sorunlu olduğu açık. Zengin bir müteahhit çocuğunun parasını kullanarak hülle yoluyla yüz binlerce öğrencinin ter dökerek girmeye çalıştığı bir üniversite yarışında öne sıçrayabilmesi eşitlik ve adalet duygularına oldukça aykırı bir durum. İmamoğlu’nun ekarte edilebilmesi durumunda öne çıkacak olan ve muhalefetin diğer adayı Mansur Yavaş’ın da belediye başkanı seçildiği ilk seçimden önce benzer bir yargı operasyonuna maruz kaldığı unutulmamalı. Seçim sonrasında olası bir görevden alma için ısıtılan “çek-senet” gündemi, İmamoğlu’nun sürpriz başarısının ardından rafa kaldırılmıştı. İktidarın bu ve benzeri konularla Yavaş’ı da hedef alması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Çözüm ise daha temiz adaylar bulup onları parlatmaya çalışmak olamaz. AKP’nin temsil ettiği düzen temelden hedef alınmalı, bu düzenin değişmesinden çıkarı olan emekçi halkın aktif bir biçimde mücadeleye dahil olması sağlanmalıdır. Halkın gerçek mücadelesi ile ortaya çıkacak temsilcilerin dokunulmazlığının güvencesi ise bizzat halkın kendi örgütlü kuvveti olacaktır.
Suriye’de kanlı anlaşma
Suriye’de emperyalist bir operasyonun ardından iktidara taşınan HTŞ’ye mensup çetelerin Alevileri hedef alan katliamları bir süredir tüm dünyanın gündeminde. Katliama ilişkin tepkiler sürerken başta Kürtler olmak üzere başka azınlıkların temsilcisi olma iddiasındaki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile HTŞ arasında bir mutabakat metni imzalandı. SDG’nin emperyalist Batı’nın gözünde olumlu bir imaja sahip olması, bu mutabakatın zamanlamasının katliamların yönelik bir tür aklama amacı da taşıdığını gösteriyor. Metinde yer alan “Esad rejimi kalıntılarıyla mücadele” ifadeleri ise yaşanan katliamların üstünü bir tür karşılıklı çatışma ya da isyan girişimine müdahale olarak örtüyor. Ayrıca Suriye’nin modern dönemi de gayrimeşru ilan ediliyor.
Katledilen masumların kanı bile kurumamışken gerçekleştirilen bu imza töreni, SDG’nin ana gücünü oluşturan PYD’nin “ezilen halk temsilcisi” ya da cihatçılara karşı bir tür ehven-i şer olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Emperyalist operasyonlarda rol kapma çabasının hiç kimseye onurlu ve özgür bir gelecek sağlamayacağı gerçeği kendisini gösteriyor.
Mutabakat metni Türkiye gündemini bir süredir meşgul eden ve Öcalan’ın silah bırakma çağrısının PYD-YPG’yi kapsayıp kapsamadığına ilişkin tartışmaları da dolaylı olarak yanıtlıyor. Ayrıca sürece ilişkin Türkiye’deki tarafların değerlendirmelerinde “bölgesel fırsatlar”, “birlikte güçlenme” gibi vurguların artması da barış çağrılarının altında yatan savaş hazırlığını hepimize yeniden hatırlatıyor. Yeni süreç, Suriye ve İran başta olmak üzere Ortadoğu’nun İsrail ve ABD çıkarları için yeniden düzenlenmesine yönelik bir görev hazırlığı anlamına geliyor. Coğrafyamızı ne yazık ki daha fazla kan ve gözyaşı bekliyor. Emperyalizme ve gericiliğe karşı emekçi halkın kendi mücadelesinin güçlenmesi, bu nedenle de yaşamsal bir önem taşıyor.